YAŞAM 

CANIMIZIN YONGASI İLKBAHARDAN DAHA KAÇ GÜNÜMÜZ ÇALINACAKTI?

Şiirlerle öykülerle romanlarla avunuyorduk yine bir akşam vakti. “Sözsüz bir aşk türküsü yüzyılın uğultusu gibidir” diyen yaşlı yazarın teselli aradığı bir gecenin ıssızlığındaydık. Sessizliğin sesi eşliğinde hüzünlerden hüzün beğeniyorduk. Mevsim bahar, takvim nisandı.

Ataol Behramoğlu’nun ‘Eski Nisan’ şiirinde biraz dolaştık. “Canımın yongası, sevdiğim/ birkaç gün çaldık ilkbahardan/ geçtik yıllardır özlediğim/ erguvan ışıklı kıyılardan” diyen şairin dizelerinde çokça hüzün topladık.

Dedik ki:

Eski nisan, her şey gibi/ kalbim de, rüzgâr da eski/ çırpınıp duruyor havada/ yitik anıların kelebeği.

KISITLANA KISITLANA NEFES ALMAYA ÇALIŞIYORDUK DÜNYAMIZDA

Korona günleriyle birlikte yine bir ilkbaharı karşıladık mart kapısında. Buruktuk. Yorgun ve kırgındık. Nisan da gelip geçiyordu ömrümüzden. Mayıs da gelip geçecekti. Ve biz yine, giden bir baharın ardından sessiz sedasız bakakalacaktık.

Ölüm baharına bir yenisini daha eklemenin üzüntüsüyle karşılayacağımız yazdan yine bir şey anlamayacaktık. Yaz güze dönecek, ruhumuz gazellere bürünecekti; bizlerse nereye vardığımızın belli olmadığı bir zaman dilimine doğru yine takvim yaprakları gibi savrulacaktık.

Geçen sene tecrübe etmiştik. Umutlu bekleyişimiz kısa sürmüştü, acı gerçeklerle çabuk yüzleşmiştik. Yazın bitecek diye umduğumuz virüs belasıyla başımız daha, çok mevsim dertte olacaktı. Öğrenmiştik. Ve kabullenmiştik de.

Şimdi, bir nisan akşamında kısıtlana kısıtlana nefes almaya çalıyorduk dünyamızda. İç dünyamızda, dış dünyamızda…

‘KUŞLARLA, OTLARLA YIKANIYORUM; RÜZGÂRLA, İLKBAHARLA…’

Oysa geçmiş ilkbaharlarda ne kadar da özgürdük. Ayırdına yeni yeni vardığımız, paha biçilmez bir özgürlük… Çiçekler artık bir başka güzeldi, kuşlar böcekler bir başka… Cemrelerin düşüşü, doğanın uyanışı… Hep başka güzel…

Ataol Behramoğlu, ‘İlkbahar’ şiirinde o canımızın yongası mevsimi ne de güzel anlatmıştı.

Demişti ki:

Yüzümü bulutlara kaldırıp/ dua eder gibi mırıldanıyorum/ kuşlarla, otlarla yıkanıyorum/ rüzgârla, ilkbaharla. // Güneş gözkapaklarımı ısıtıyor/ o güvenilmez ilkbahar güneşi/ rüyada mıyım, gerçek mi bu/ hem var gibiyim, hem yok gibi. // Bir güney kentinde, bir kıyı kahvesinde/ başakların sonsuz salınışı/ burada, kendimle baş başa/ ömrümü böylece tamamlayabilirim.

Ve devam etmişti:

Bir kuşu dilinden hiç öpmedim/ belki bir gün öpebilirim/ belki bir gün rüzgâr olurum ben de/ eserim başakların üzerinden/ kalbim bir yaz gününe karışsın isterim/ bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden.

‘O SABAH YİNE MAVİYDİ GÖKYÜZÜ, BAŞLADI AZ SONRA KUŞLARIN TÜRKÜSÜ’

Issız bir nisan akşamında, yaşlı yazarın notlarına göz atıp zamanı kolluyorduk, işte. Onun gibi yiten bir güzelliği türkülemek, oturup uzun uzun düşünmek, geçmişten söz etmek, acıları ve hüzünleri birlikte paylaşmak istiyorduk.

Ataol Behramoğlu’nun ‘Bir Mavi Çiçek’ şiirine kulak veriyorduk, gecenin sabaha çalan saatlerinde:

O sabah yine maviydi gökyüzü/ başladı az sonra kuşların türküsü/ sabah rüzgârı ne bilsin ölümü/ esti durdu kırlarda keyfince. // Bir mavi çiçek kalmıştı sadece/ ama yoktu koklayacak kimse.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar